Devletleşen AKP, Değişmeyen Devlet? Türkiye’yi Anlama Uğraşında Devlet-Toplum İkiliğinin Ötesine Geçebilmek
Zor zamanlardan geçiyoruz. Sadece sosyal medyada değil, anaakım medyada da bir telaş, belirsizlik ve şaşkınlık var. Sokak, zaten, alabildiğine hareketli, karmaşık ve kafa karıştırıcı. Takvim yapraklarında çeşitli tarihleri belirleyip kilitleniyoruz: Berkin Elvan’ın içimizi titreten cenazesi, Başbakan Erdoğan’ın nefret saçtığı konuşmaları, Fethullah Gülen’in bedduaları, art arda sökün eden “tape”ler ve tabii ki 30 Mart seçimleri…Hayatımız, ki izin verirseniz buna Türkiye gündemine kilitlenip kalmış bizim gibi diaspora sakinlerini de ekleyelim, daimî bir olağanüstü halde, hiç olmadığı kadar hızlı ve yorucu biçimde akıyor. Geçen gün gördüğümüz bir tweet şöyle diyordu: “Artık direnmek değil, yaşamak istiyorum.”
Hepimizi saran bu aciliyet hissi, AKP’nin, ama en çok da Tayyip Erdoğan’ın, frenleri boşalmış bir kamyonun gaza sonuna kadar basan şoförüymüşçesine hızlandırdığı otoriterleşmesine dayanıyor elbette. Sosyal hayatın her veçhesini yasaklara boğan, yolsuzluk dosyalarının üstünü örtmek için devlet personelini hallaç pamuğu gibi dağıtan, seçim mitinglerinde çocukları ölmüş anneleri yuhalattıran, polisine destanlar yazdıran Erdoğan, hayatımızın orta yerine oturmuş durumda.
Bir kısmımız, büyük bir şaşkınlık içinde, AKP’ye ve Erdoğan’a neler olduğunu, nasıl böyle şeyler yapabildiklerini sorguluyor. Erdoğan’a yönelik bu tarz eleştiri, 12 yıllık AKP iktidarını oldukça keskin biçimde ikiye bölüyor: 2010 (ya da bazı yazarlara göre 2011) öncesi AKP’nin, toplumdaki “otantik’’ ve demokratik olduğu iddia edilen enerjilerin, “sosyolojik gerçeklerin” temsilcisi olduğunu ve Türkiye’yi—eksikleriyle de olsa—demokratikleşme yoluna soktuğunu, ancak anayasa referandumu (ya da son genel seçimler) sonrasında bu temsiliyetin tıkandığını, Erdoğan’ın “güç sarhoşu” olduğunu, sekiz-dokuz senenin tüm kazanımlarını yok etmeye başladığını söylüyor.[1] Özellikle liberal-sol entelektüellerde oldukça yaygın olan bu tip eleştirinin en sık kullandığı kavram, “devletleşme”. Örneğin yakınlarda Ufuk Uras, Cemaat’e karşı alınan MGK kararlarının “AKP’nin devletleşmesinin somut hali” olduğunu ifade etmiş, ta iki sene öncesinde ise Ferhat Kentel, Hrant Dink davasının örgüt bulunamadan sonlandırılması üzerine “AKP esir alındı ya da teslim oldu ya da devletleşti” demişti. Bu yazı, “devletleşme” anlatısında varsayılan devlet ve toplum karşıtlığının izini sürüp bu varsayımın sisteme muhalif başka gruplarca da paylaşıldığını iddia ediyor.
Devletleşen AKP ve yorumcuları
Bu kavramsallaştırmadaki “devlet” neye tekabül eder ve AKP’nin bu devlet ile ilişkisi nedir? Hepimizin cevabını bildiğimizi düşündüğümüz bir soru, ama yine de sormakta fayda var: Şeklen bakıldığında bir dönüm noktası olarak algınabilecekken, 2002’de genel seçim zaferiyle hükümet olması AKP’nin devletleşme sürecinde neden ısrarla yok sayılıyor? Yine şeklen de olsa iktidar olmak, devlet mekanizmasının bir parçası olmak demek değil mi? Hatta, AKP’nin çekirdek kadrolarının, belediyeler aracılığıyla 1994’ten beri gündelik hayatta devletin suretini kısmen temsil ettiklerini neden görmezden geliyoruz? Bütün bu soruların işaret ettiği statik bir devlet algısının altını çizmek bu açıdan önemli. Varsayılan statik özellikten yola çıkarak devlet kavramını bir bütünlük içinde temsil etme eğilimi, devletin dışında toplumu temsil eden bir AKP’nin devlet tarafından baştan çıkarılıp devletleştirildiği bir anlatıyı da mümkün kılıyor.
Söz konusu anlatı, devlet ve toplumu birbirine pek de değmeyen iki alan olarak hayal ediyor. Bu resim içinde AKP projesi de, tarif edildiği anlamda devletleşmeye karşı direnen bir toplumsal hareketmiş gibi kurgulanıyor ve Nuray Mert’in de belirttiği gibi, AKP’nin seçildiği anda aslında devlet mekanizmasının kenarında köşesinde, küçük de olsa bir parçası haline geldiği gerçeğini gözden kaçırıyor.
Bu bağlamda, malûmu yeniden ilâm etmek pahasına da olsa, AKP’nin başından beri devlet kavramının kendisiyle herhangi bir sorununun olmadığını hatırlamamız gerekiyor. AKP deneyimini, toplumu mobilize etme kapasitesi son derece zayıflamış, Cihan Tuğal’ın tabiriyle “organik kriz” içindeki devleti, toplumu ile barıştırması projesi olduğunu düşünürsek, AKP’nin ajandasının daha en başından beri, o veya bu şekilde “devletleşmeyi” amaçladığını görebiliriz.[2] Asıl soru, AKP’nin bu yolda ilerlerken toplumu hangi yollarla yeniden örgütlediğidir. Bu örgütleme, AKP’nin siyasî bir özne olarak—Thomas Hobbes’un Leviathan’ın kapağında resmedildiği gibi—pasif ve suretsiz kitlelere şekil vermesi olarak algınlanmamalı. 12 yıllık AKP deneyimi, kitlelere devlet üzerinden kendilerini tasavvur edebilme ve bundan haz almanın yolunu da açtı. Bu açıdan AKP-devlet ilişkisi üzerine düşünürken, partiyi sadece toplumsal bir hareket olarak değil, aynı zamanda devlet tarafından dışlanmış kitlelerin kendilerini devletle yeniden özdeşleştirme girişimi olarak görmek bize bugüne dair daha doğru bir resim verebilir.[3]
Nitekim, liberal-sol kalemlerin de dahil olduğu geniş bir kesimin bunu bir “barışma” olarak isimlendirmesi ve bir tür iyiye gidiş olarak adlandırmaları, devlet kavramıyla ne derece çetrefilli bir ilişki kurduklarını da imliyor. Liberalizmin kalbinde ikamet eden ikircikli bir realizm, siyaseti “mümkün olanın sanatı” olarak okurken, “olan” ve “olmayan” ikiliğini siyaset yapmanın bir önkoşulu olarak koyuyor. Buradan yola çıkarak Murat Belge’ye atfedilen “sosyoloji ile kavga edilmeyeceği” düsturunun bir norm haline geldiği söylenebilir. Bu düstur, yukarıda değindiğimiz toplumun “otantik” enerjilerin ve “sosyolojik gerçekliklerin” AKP tarafından 2010-11 öncesinde temsil edildiği iddiasıyla alakalı olmakla beraber bu partiye destek veren kitlelerin pasif yığınlar olduğu varsayımını da içinde barındırıyor. Oysa Gezi Direnişi ile de gördük ki, daha önce orada olmayan, sosyal bilimcilerce tespit edilemeyen bir şey siyasetin göbeğinden fışkırabiliyor en beklenmedik bir anda, bir gecikmişlik ve belki de aciliyet olarak. Diğer yandan, sosyolojiye karşı gardın indirilmesi çağrısında, toplum sosyolojinin pasif nesnesi olarak beliriyor; çeşitli neden ve motivasyonlarla AKP’ye destek veren insanların pasif bir yığın olarak tanımlanmasının da yolunu açıyor. Alternatifsizlik veya başka sebeplerden dolayı AKP’ye oy vermeye “itilen”, Erdoğan’a “mahkûm edilen” yığınların parti-devletleriyle kurdukları hazsal ilişkide aslında son derece “aktif” olabilecekleri ihtimali gözardı ediliyor. Diğer bir deyişle, makro boyuttaki sosyolojik koşullar insanları belli seçimler yapmaya zorlarken, bu yapılanların yine de birer “seçim” olduğu gerçeği bastırılıyor. Halk, pasif ve objektif-sosyolojik gerçekliğin öznesiz uygulayıcısı olarak resmediliyor.
AKP’nin “benim aziz milletim” popülist retoriğine paralel giden ve özellikle hükümete ‘devletleşene’ kadar destek veren entelektüeller arasında popüler olan “toplumun gözden (ve devletten) ırak kalmış demokratik tabiatı” söyleminin açıklayamadığı ya da sessiz kaldığı pek çok konuyu dile getirmek mümkün. Sivas katliamındaki derin devlet parmağı, otelde insanlar yanarken tekbir getiren kitlenin varlığını hâlâ açıklayamıyor. 1982 Anayasası’na referandumdan çıkan yüzde 90’lık destek için verilen en yaygın açıklamanın hâlâ “cunta rejimininden kurtulma amacı” olması ise en hafif tabirle hüsnükuruntu. Tüm bu anlatılar, toplumun geniş kesimlerini verdikleri ya da vermeye zorlandıkları, ama son kertede yine de vermiş oldukları kararların sorumluluğundan kurtarırken, onları öznesizleştiriyor. Bu noktada toplumun ya da daha doğrusu kalabalıkların devletleriyle kurdukları ilişkiye bakarken fetiş kavramından dem vurmak bize daha iyi bir tartışma alanı açabilir. Daha açık söylemek gerekirse, fetiş nesnesiyle kurulan ilişkide özne nesnenin ‘aslında’’ ne olduğunun farkındadır fakat ‘yine de’ yokmuş gibi davranır. Fehmi Koru’nun tapeler için sarfettiği ‘gerçek olmadığına dair rapor yayınlansa bile inanmam’ lafı fetişin ‘biliyorum ama yine de’ formülüne denk düşer. Bu kavramsallaştırma, yığınların aslında neler olduğunun farkında olmadığı varsayımına nazaran daha anlamlı bir alternatif sunabilir. Fetiş, özdeşleştirmeyi de beraberinde getirir. Fetişte özne, kendini ötekinde olmadığı varsayılan ‘şey’in yerine koyarak ötekinin gövdesel (corporeal) idealliğini mümkün kılar ve bunun üzerinden hazlanır. AKP’nin üstesinden geldiği “organik krizin” organikliğini, fetiş sahnesinde yürürlükte olan bu tarz bir gövdesel bütünlük fantazisi ve bu fantazinin ürettiği haz üzerinden okuyabiliriz. Kitlenin kendisini Erdoğan’ın (ve tek kişilik devletinin) uzantısı haline getirme “tercihi” ve bunun ortaya çıkardığı haz ile gelen veya gelmesi gereken siyasi sorumluluktur burada söz konusu olan. Neticede toplum, devlete yoğun bir maddi ve hazsal ekonomiyle bağlı, ondan ayrıştırılamaz bir aktör olarak tartışılmalıdır. Dolayısıyla onun temsilcisi olduğu varsayılan AKP’nin 2010’dan sonra devletleştiği teorisi, AKP’li olduğu için kendini ta en başından beri “devletli” hisseden birçok vatandaş için muhtemelen pek de bir şey ifade etmeyecektir.
“Ne bekliyordunuz ki? Devlet işte…”
Üstelik, liberal entelektüellere atfettiğimiz devlet–toplum ayrılığı varsayımının, gerek AKP’ye, gerekse devlete muhalif, AKP’nin tarihini keskin çizgilerle ikiye ayırmayan, bu yazının yazarlarını da içine katabileceğimiz kesimlerce de—kısmen de olsa—paylaşıldığını görüyoruz. “Ne bekliyordunuz ki?” diyoruz, “1915’ten beri, devlet bu, dün Kürdistan’a yaptığını bugün ülkenin batısına (da) yapıyor.” Bu tepkinin, özellikle Gezi direnişiyle beraber politikleşen Batılı orta sınıflar için çok öğretici olduğu kesin. Okmeydanı’nda olanlara şaşırıldığında devletin kontrgerilla faaliyetleri tarihini, Berkin Elvan’ın cansız bedenini bile “terörist” diye hedef gösteren Erdoğan’a inanılmadığında Uğur Kaymaz’ın, Ceylan Önkol’un, Roboski’de katledilen Encü kardeşlerin ve daha nice “çocuk teröristlerin” isimlerini hatırlatmak, Walter Benjamin’in değişiyle “ezilenlerin tarihinin, içinde yaşadığımız olağanüstü halin bir istisna değil, norm olduğunu göstermesi”[4] bakımından elzem. Üstelik politik olarak da isabetli bir tespite dayanıyor: Eğer Uğur’a, Ceylan’a, Roboski’ye de Berkin’e çıkarttığımız kadar çok ses çıkartabilseydik, bugün çok daha güçlü, çok daha umutlu, çok daha yan yana olabilirdik. Heyhat, geçmiş hep geç geliyor ve gelecek hep uzun sürüyor.
Ancak bu söylemin modern Türkiye’nin yüzyıllık tarihiyle kurduğu eleştirel ilişkinin de sorunları olduğunu teslim etmeliyiz. Devlet ve toplum karşıtlığının altını çizen, ikisine de aşkın, tarihüstü bir bütünlük atfeden, özellikle devleti hep aynı “devlet mantığı”yla hareket eden, buna her seferinde gücü yeten bir aktör olarak tasavvur eden bu söylem de, devletle toplumun girdiği karmaşık ilişki biçimlerini ve bunların devamlı olarak yeniden örgütlendiğini ıskalıyor, niyeti bu olmasa da, basit bir devlet–toplum karşıtlığına sıkıştırıyor.
Oysa bu hikâyedeki aktörlerin her biri aynı düzlemde hareket ediyor. Ne devlet toplumdan ayrışmış bir unsur, ne de liberal entelektüellerin varsaydığı, devletle toplum arasındaki ilişkiyi tarafsız gözle izleyebileceğimiz üçüncü bir düzlem var. Devletten anladığımız her şey (kaymakamından Millî Güvenlik Kurulu’na), topluma atfettiklerimiz (sivil toplum örgütlerinden “hassasiyet” linçlerine) ve entelektüeller, çok daha geniş biçimde tasavvur edilmesi gereken bir toplumsallığın parçası. Dahası, bu toplumsallık sadece bireylerden oluşmuyor, yapılı çevrenin de, doğanın da bu toplumsallığın içinde düşünülmesi gerekiyor. TOKİ’nin içinde olduğu toplumsalın, örneğin, Köy Enstitülerinin etrafında kurulan toplumsallıkla aynı şey olamayacağını kabul etmeliyiz. Evet, yeni MİT yasasına şaşıranlara JİTEM’i[5] hatırlatmak boynumuzun borcudur. Ama JİTEM’in varlığı devamlı olarak reddedilmişken, MİT’e verilen olağanüstü yetkilerin nasıl ortalık yerde konuşulabildiğini, Meclis’ten geçirilmesinin nasıl hayal edilebildiğini de tartışmalıı, değişenin nasıl bir siyasî, toplumsal ve hazsal rejim olduğunu da sorabilmeliyiz.
Ülke tarihini anlamak için sosyal bilimlerin seferber ettiği ikili karşıtlıklar (toplum-devlet, çevre-merkez, elit-halk vb.), bazı şeyleri anlamamıza izin vermiş olsa da, çoğu zaman birçok soruyu cevapsız bırakıyor, bazı aktörlere analizimizde yer bulamamamıza sebep oluyor. Örneğin bu karmaşık ilişkiler içinde, bir zamanlar en saf haliyle sivil toplum olarak hayal edilen Gülen Cemaati’ne devlet örgütlenmesinde yer bulamayıp onu ancak “paralel” bir evrene sığdırabiliyoruz (bunu sadece AKP’nin yapmadığını, Kürt hareketinin de bu söylemi zaman zaman benimsediğini unutmamalı). Üstelik bu statik görüntü kendini paralellikte de tekrar ediyor, Erdoğan Cemaat’i “neo-Ergenekon yapılanması” olarak tasvir edebiliyor. Oysa Gülen hareketinin toplumsallığı ve devleti örgütleme geçmişinin AKP’nin kadrolarından çok daha eskiye dayandığını, halen daha yönetimsellik teknolojileri açısından en az “hakiki” devlet kadar güçlü olduğunu da biliyoruz. Sorun, Cemaat’in sivil toplum düzleminden devlet düzlemine geçmeye karar vermiş olması, bunu yaparken de hakiki devletin dışında bir yapılanma oluşturması ya da AKP’nin (ve entelijensiyasının) bunu yeni keşfetmiş olması değil. Söz konusu aktörlerin arasındaki ilişki hiçbir zaman toplum ve devlet ikiliğiyle açıklanabilecek kadar basit değildi, şimdi de paralelliklerle açıklanamaz. Devletin, AKP’nin ve de toplumun (bir kısmının, diyelim) iktidarı, yönetebilme ve yönetimden haz alma kapasiteleri, zaten bu bağlantı noktalarında ortaya çıkıyor. Bu bağlantı noktaları, her dem, yeniden üretiliyor.
Sonuç yerine: Gezi ve şaşkınlığın gücü
Bu yazı, AKP’ye bir anda neler olduğunu anlayamayıp bunu ancak “devletleşmeyle” açıklayabilenler, dolayısıyla toplumsalı çözümlenmeden bırakanlarla “devlet zaten hep bu” diyenler arasında söylemsel bir ortaklık olduğunun tespiti üzerine şekillendi.
Derdimiz ne AKP’nin son yıllarda otoriterleştiğini reddetmek (haşa!) ne de devletin şiddet hafızasını ve tekrar ettiği pratikleri yok saymak. Ancak tüm bu tartışmalarda, toplumsalın nasıl yeniden kurulduğunun, iktidarların nasıl farklı yönetim teknikleri geliştirdiklerinin, dahası bu tekniklerin diğer ülkelerde nasıl karşılıkları olduğunun (dünyanın gelişmiş demokrasilerinin ardı ardına polis ve istihbarat teşkilatlarını yeni yetkilerle donatan yasalar çıkarttığını atlamayalım), yeterince sorgulanmadığını hissediyoruz.[6]
Benjamin, yukarıda alıntıladığımız sözlerinden hemen sonra, “yaşadığımız şeylerin 20. yüzyılda “hâlâ” nasıl mümkün olabildiğine dair duyulan şaşkınlığın felsefi olmadığını” söyler. Nazi Almanyası için sarfedilen bu sözlerin, AKP Türkiyesi için de geçerliliği elbette var. “21. yüzyıl Türkiye’sinde bu görüntüler!” başlıklarıyla paylaşılan polis şiddeti görüntülerinin ilerlemeci tarih anlatısına uymadığı için yarattığı şaşkınlığın politik (ve felsefî) olarak pek üretken olmadığı ortada. Ancak Gezi Direnişi’nin, başka tür bir şaşkınlık haliyle, “bunu bana / arkadaşıma / o tanımadığım otuz insana / üç-beş ağaca nasıl yaparlar?” şaşkınlığıyla başladığını hatırlarsak, insanların şaşkınlığının politik gücünü yok saymamak gerektiğini de görmeliyiz. Bu şaşkınlık elbette, şaşıranların eski ya da süregelen etnik, sınıfsal ve kültürel muktedir pozisyonlarıyla hesaplaşmayla (nitekim şaşkınlık kısmen bu pozisyondan kaynaklanır) beraber geldiğinde kıymetlidir, ama bu hesaplaşmanın yolunun da bir araya gelmekten geçtiğini gözden kaçırmamalıyız. Neticede Kürt hareketinin, sosyalistlerin, feministlerin, LGBT hareketinin örgütlü mücadelesi, geleceğe dair sahip olduğumuz umudun önemli bir kısmını oluşturuyorsa da, “ne bekliyordunuz ki?” diye terslediğimiz insanların hayattan başka şeyler bekliyor olmaları da bu umudun üzerine eklemlenmelidir.
Tarihle bugünün ilişkisi ne sonsuz bir aynılık, ne sonsuz bir değişim ne de bir anda gerçekleşen büyük kırılmalar üzerinden şekillenir. Geçmiş, değişen koşullarda geri çağırdığımızdır. Devletin Kürdistan’da mükemmelleştirdiği kontrgerilla taktiklerini batıda uygulaması da (ki bu, sömürgecilik tarihini bilenler için çok beklendik bir durumdur), Gezi’nin 15-16 Haziran 1970 direnişiyle kurduğu ilişki de, Nor Zartonk’un “Mezarlığımızı aldınız, parkımızı alamayacaksınız!” pankartı da, “yeni”nin geçmişi yeniden hayal etmek üzerinden kurulduğunu bize gösterir. Evet, “tarihin meleği”nin bir gözü geriye bakmaktadır, ama arkasından esen rüzgâr onu başka yerlere savurur, o savrulan her yerde devlet, direniş ve ikisinin de parçası olduğu toplumsallık, geçmişin hafızasıyla beraber yeniden kurulur. Her yeniden kurulumun içinde geri dönen geçmişe dair bir borç ve dolayısıyla etik gündemdedir. Devleti tekilleştirip AKP’yi de onun tutsağı olarak sundukça, toplumu bu etikten azade kıldığımızı fark etmemizin zamanı geldi. Yaptıklarından sadece “sosyolojisinin” sorumlu olduğunu düşündüğümüz sürece, toplumun sandıktaki ya da sokaktaki seçimlerini eleştirebilmemizin pek bir yolu yok çünkü.
[1] Cengiz Çandar’ın 26 Şubat tarihli yazısı, hem kendi görüşlerini, hem de Gülen Cemaati’nin aldığı bu paraleldeki yeni pozisyonu yansıtması bakımından iyi bir örnek olarak verilebilir:
[2] Cihan Tuğal, Passive Revolution: Absorbing the Islamic Challenge to Capitalism (Stanford: Stanford University Press, 2009).
[3] Biz bu yazıyı yazarken Cenk Saraçoğlu’nun da benzer tespitler yaptığı bir yazısı yayınlandı:
[4] Walter Benjamin, “Theses on the Philosophy of History,” in Illuminations (New York: Harcourt, Brace & World, 1968).
[5] Gendarmerie Intelligence and Counter-Terrorism, a secret state agency, the illegal activities of which (including many assassination and torture of Kurdish politicians and businesspeople, leftists, etc.) were only recently confessed by its members in the court.
[6] Richard Seymour’un yazısı, İspanya, Kanada ve ABD’den örnekler veriyor. Ayrıca geçen günlerde Avustralya’da da çok tartışılan bir gösteri yasası çıktı.
[Bu makalenin önceki bir versiyonu birdirbir’de yayımlandı.]